RÖPORTAJ: ŞEBNEM
ÖZCAN
GİRİŞ: Türk Sineması’na zaman içinde çok aktör
geliyor, çok oyuncu star olarak parlıyor ama onun yeri halkın gözünde bambaşka..
44 yılda 200 filmde başrol oynayan Kadir İnanır, kanserle mücadelesini kazanıp
yeniden hayata döndü. Ünlü oyuncuyla, sinemayı ve hayatı konuştuk..
Şebnem
ÖZCAN..
-İki hafta önce, Londra’da düzenlenen 18’inci
Londra Türk Film Festivali’nde, geçen hafta da Trabzon’da Karadeniz Teknik
Üniversitesi’nden ödül aldınız. Bu ilgi sizde nasıl duygular
yaratıyor? Bu ilgi, genellikle üniversitelerden yoğun
bir biçimde var. Ben prensip olarak devlet üniversitelerinin davetlerini tercih
ediyorum. Çünkü orada okuyan gençler bu ülkenin yoksul, gariban ailelerinin
öğrencileri… Onların aldığı eğitimle ilgili çok şey söylemek istemiyorum. Açıkça
ortada. Ama özel ya da vakıf üniversitelerinin öğrenci başına aldıkları paranın
çok yüksek olduğunu biliyorum. Böyle bir farklılık var, iki grup öğrenci
arasında. O zaman ben tercihimi zengin olmayanlardan yana kullanıyorum. Çünkü
özel üniversitenin sahibi zenginleşirken bir de portföyüne Kadir İnanır
etkinliğini de soksun istemiyorum. Yani hepsine gidemeyeceğime göre tercihimi
devlet üniversitelerinden yana kullanıyorum. Onlarla yaptığım sohbetlerde de
büyük bir sevinç yumağı oluşturuyoruz. Çok coşkulu geçiyor söyleşilerimiz.
Mesela Trabzon’da daha salona girerkenki ilgiyi görseydiniz benim ne demek
istediğimi anlardınız. Daha hiçbir şey konuşmadan bir gürültü koptu sormayın.
Hepsi benim onları tercih etmemin bilincindeydiler… Orada söylediğim bir cümle
var. Bu benim dünya görüşümle ilgili bir gerçek. Ülkemizin geleceğiyle de ilgili
bir görüş bu. Türkiye’nin geleceği onların elinde... O gençler yarın ülkenin
yönetimine katılacaklar. Hem de çok kısa sürede. Namuslu ve tertemiz elleriyle
bu ülkeyi aydınlık geleceğe taşıyacak tek güvencemiz o gençler. Böyle bir slogan
oluşturdum. Bunu söylediğim zaman yer yerinden oynuyor. Bu benim sadece temennim
değil umudum aynı zamanda. Bunu kendilerine iletmek için, onlarla çok sık
kucaklaşmak için bu etkinlikleri elimden geldiği kadar yapmaya çalışıyorum.
Şimdi de Muğla Üniversite’sinden bir davet var. Düzce Üniversitesi var, sırada
bir sürü üniversite var. -Siz kendinizi halkın sanatçısı olarak
nitelendiriyorsunuz, bunu biraz açar mısınız? Sanatı üstün bir
sınıfın tercihi olarak da yapabilirsiniz. Bu bir tercih meselesidir. Ben halkın
sanatçısı olmayı tercih ettim. Hiçbir baskı altında kalmadan kendi tercihimi
yaptım. Kimseye “Sen neden sanat yapıyorsun?” diye hiçbir eleştirim yok. Benim
anladığım kadarıyla gerçek sanatçı, yaşadığı ülkenin toplumsal sorunlarına karşı
duyarlı olan, olumsuz yanların ortadan kalkması için verilen mücadelede en önde
savaşan kişilere denir. Sanatçının tarifi bu bende… İsteyen kabul eder, isteyen
kabul etmez. -Bu görüşünüzden dolayı hiç eleştirildiniz
mi? Herkesin eleştirme hakkı var, beğenip beğenmeme hakkı var. Yani
beni herkes yüzde yüz beğenecek gibi bir derdim de yok. Mutlaka birileri
kendilerine göre beğenmeyecektir. O da onların sorunu. Benim sorunum değil. Ben
kendimce doğruları söylüyorum ve toplumun çok geniş bir tarafından kabul
görüyorsa azınlıkta kalmış birkaç kişide eleştiriyorsa o da işin tuzu biberi…
Zaten her şey çok iyi olursa, hayatta hiç bir tartışma olmaz, yaşamın anlamı da
kalmaz. -Sinemada 44’üncü yılınıza girdiniz. “İyi ki oyuncu olmuşum”
diyor musunuz? İşte mesala oyuncu olmanın bir avantajı, beraber
röportaj yapıyoruz. Bu söylediklerim binlerce okuyucuya ulaşacak. Sanatçı
olmasaydım sen benimle burada röportaj yapmazdın ki. Yani bu röportajı toplumun
her kesiminden adının yanında soyadıyla anılan ünlülerle de yapabilirsin. Ama
toplumun genelinde saygı görmüş, kabul görmüş bir sanatçıyla röportaj yapmanın
tadı da başkadır. Ben bunu hissettiğim için çok mutluyum. -Yüzlerce
filminiz var; en çok sizde iz bırakan, hala hatırladığınız ve çok iyi film oldu
dediğiniz hangisi ya da hangileri? Çok var. Bunu ikiye ayırmak
lazım… Benim senaryolarına müdahale edebileceğim dönemler, bir de etmeyeceğim
ilk dönemler… Yani siz eğer pazarlama box ofisi olarak o işin lokomotifi
değilseniz, oraya müdahale etme hakkınız yok. O dönemlerde de güzel filmlerim
var ama benim hakkım olmayan filmler. Daha sonra giderek tercihlerimi yapabilme
gücünü elde ettikten sonra,”Senaryolar şöyle olacak, şu yönetmenle çalışırım, şu
oyuncularla oynarım, içeriği şöyle şöyle olursa ben bu filmde varım” gibi
şartları gösterdiğim film sayısı çok oldu. O ilk önce söylediğim filmlerin
sayısı da çok az. O zamanda çok kısıtlı bir zaman. Yani bir 5-10 yıl arasında o
zamanı kapatıp filmlerin üzerinde tercih gücümü elde ettiğim için kariyerimde en
az 100’ün üstünde böyle bir film var. Benim isteyerek, beğenerek yaptırdığım bu
zamanda onların arasında tabii ki sivrilenler var, tabii ki halk tarafından baş
tacı edilmiş çok yüreklendirilmiş, sıralama yapmam doğru değil. Çünkü oraya
verdiğimiz emeğin tartışılması anlamına gelir. Onu kabul etmediğim için öyle bir
sayı veremiyorum sana ama çok olduğunu söyleyebilirim. -Son filminiz
‘Elveda Katya’yı kariyerinizde nereye koyarsınız? Şu anda bir sürü
film teklifi alıyorum. Bakıyorum onlar da bir film… Yapıldığı zaman bir film
olarak izleyebilirsiniz. Çalışanları, ben bir film yaptım diyebilir, oynayanları
ben film oynadım, yönetmeni ben film çektim diyebilir, yapımcısı bende şöyle
film çektim diyebilir ama beni ilgilendirmez. Çünkü benim bu yaştan sonra bu
kadar yıllık sinemacı tavrımdan sonra oynayabileceğim filmler belli. O filmlerin
söylenecek bir dili olmalı, bir sözü olmalı, bir meselesi olup tartışılması
gereken bir yapısı olması gerekir. Şimdi o filmi öyle bir işledik ki sadece
Türkiye’de değil dünyada Rus kadınlarına bakış açısını eleştiren bir film oldu.
Film Trabzon’da geçiyor ama İstanbul’da da Rus kadınları var, Londra’da var,
Çin’de de var. Dünyanın her tarafında bu Rus kadınları bir devlet politikasının
bir gerçeği olarak üç nesildir, dünya piyasalarında dolaşıyorlar. Ancak sonuçta
bir insanlar. Ve her gittikleri yerlerde öteki, dışlanmış ve aşağılanan bir
gözle görülüyorlar. Vicdanları harekete geçirdik. Kötü bir ön yargıyla niye
insanları kötü ilan ediyorsun? Bunun altında yatan gerçeğin ne olduğunu biliyor
musun sorularını soran ve bunu açığa çıkartıp insanların vicdanlarına
gönüllerine hançer gibi saplanan bir duygu yumağını aktaran bir film. Ha, şimdi
bu filmi evrensel sinema değerleriyle tam güzel yapmamış olabiliriz. Her filmin
hatası vardır. Ama söylediği dil olarak çok güçlü bir yanı vardır. O Sovyet
kadınları bu dünya gerçeğinden çekilip kendi öz dünyalarına dönünceye kadar
devam edecek bu rezilliği ortaya çıkaran tek film olarak kalacaktır. Sovyetler
Birliği’nde de bugün her izleyen Sovyet yurttaşının onur duyacağı bir film oldu.
Orada da büyük alkışlar aldı. -Ben sizin bu filmle, Antalya Altın
Portakal Film Festivali’nde ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü alacağınızı
düşünüyordum. Herhangi bir sitem de bulunmadınız. Sizin bu konuda bir
beklentiniz var mıydı? Jüriler görecelidir, bir jüri beğenmez, öbür
jüri çok beğenir. Ama burada asıl olan şey o film vizyonunu tamamladığı zaman,
yani kitlelere tam ulaştığı zaman oradaki seyircinin takdiridir en büyük ödül.
Şimdi orada ‘Halkın seçtiği en iyi film’ olmuş. Öyle olunca da geriye kalan
teferruat oluyor. Önemli olan benim orada gösterdiğim performanstı. Kaldı ki
yani hiç polemiğe gerek yok. Benim o kadar çok ödülüm var ki onların yanına
belki yer açabilirdik. Çok önemli değil. Daha yeni filmler yaparız. Daha başka
jüriler seyreder. Daha güzel şeyler olur. -Siz bu ülkede büyük bir
şöhretsiniz, siz Türk sinemasının kralısınız. Bu durum gerçek hayatta sizin
özgürlüğünüzü kısıtlamıyor mu? Özgürlük bence bireysel olmamalı.
Yaşadığınız koca ülkede kim ne kadar özgürse benim kendi payıma düşecek özgürlük
anlayışı bunlarla eş değer olur. Hiçbir olaya bireysel bakmıyorum. Ne kadar
özgürlük varsa bu ülkede bende onların bir parçası olmak isterim. Kaldı ki eğer
böyle bir kıskacın içindeysen bunu kimse zorlamadı ki bana. Kendi tercihimdi,
kendi yaşam tarzımdır. Bu tercihi kullandığınız zaman kaybettiğiniz eğer
özgürlükse ona da katlanmak zorundasınız. Şikayetçi olmanın bir anlamı yok yani.
-Özel hayatınızda herkes sizi tanıyor, ilgi gösteriyor; fotoğraf
çektirmek isteyenler oluyordur bu durum sizi zaman zaman sıkıp bunaltıyor
mu? Şimdi bu cep telefonları çıktı, gündüz rahatladık çünkü göz
doktorum müsaade etmiyor flaşı. Yani hesaplarına göre bana dedi ki-Türkiye’nin
en büyük göz doktoru benim de arkadaşım Ömer Faruk Yılmaz gözlük almak için ona
gittim-“Ya senin gözlerin biraz yorulmuş. İki numara olmuş yakın gözlüğün”…
“Bence normal” dedim.“40 yıldır setlerde, o teknoloji yokken rekleftörlerle
yansıtılan ışıklara nasıl baktığımızı anlattım. Rekleftörlerin insan gözünü
neredeyse kör edecek bir sistem olduğunu, onun üstüne neredeyse 10 milyona
yaklaşık gözüme flaş patladığını söyledim. Dedi ki “O zaman senin kör olmuş
olman lazım, lafımı geri alıyorum”… Şimdi rahatız. Hayranlarım, hemen geliyorlar
cep telefonlarıyla fotoğrafımı çekiyorlar. Flaş mılaş patlamıyor. Bazen gece
flaşlı yapıyorlar bazen orada, “Yeter yoruldu gözlerim” diyorum. Yoksa ilgiden
değil, sadece flaşın rahatsızlığından… -İlgi sizi hiç şımarttı
mı? İlgi insanı mutlu eder şımartır mı? Şımartırsa olmaz ki?
-Ününüzden dolayı yapamadığınız ama hep arzusunu çektiğiniz bir şey
var mı? İnsanlar, bana büyük bir saygıyla yaklaşıyorlar. Bazen o
saygıyı kırmaya kalkıyorlar bende müdahale ediyorum. Bir yere gittiğimiz zaman
oraya çok fazla zengin birisi gelince bir iki garson onların tarafına
yönlendirilir. Hemen çağırırım, “Ne oluyor?” derim. “Yani onun parası var diye
mi ona öncelik tanıyorsun, yapamazsın. “ derim. “Önce, sana en fazla saygıyı
gösteren bu ülkenin sanatçısına servis yapacaksın sonra onlara yapacaksın.
Onlardan çok var. Sanatçıdan çok az var, bunu öğren” diyorum. Ne benim sana
gösterdiğim sevgi kadar kimse gösterebilir, ne de benim sana verdiğim bahşiş
kadar kimse bahşiş verebilir. O zaman en büyük zengin benim. Bunu asla unutma”
dediğim zaman, “Tabii ağabey haklısın” derler. Ben bir yere gidince, “Baba
geldi” diye yanıma yaklaşırlar. Bir restauranta gidince mutfağa da girerim. “Ne
yapıyorsun, nasıl gidiyor?” diyince, bitti aşçılar mahçılar. Ne yapacaklarını
şaşırırlar. Orada, ‘kardeşine’ yemek yapıyor çünkü. Onların hatırını soruyorum,
adam sana yemek pişiriyor. İçerden gelip ona diyorlar ki, “Kadir İnanır’a
pirzola…” Aşçı görmek istemez mi Kadir İnanır’ı? İlişkilerimde ve yaşam tarzımda
bir sıcaklık oluşturmaya çalıştım yıllarca. Giderek de onu hızlandırıyorum. Tam
tersine kaçmak yerine daha içine girerek daha sıcak yaklaşıyorum insanlara. Bu
inançlı insanların koyması gereken bir tavırdır. Eğer insanın inançları sağlamsa
dünyanın ne kadar kısa anlamsız olduğu bilincine vardığınız zaman iyi insan
olmanın önemini daha iyi anlıyorsun. Kıran döken olumsuz yanları hemen
görüyorsun ve onları reddetmeye başlıyorsun. Ne kadar anlamsız yakışmayan çirkin
şeyler olduğunu görüyorsun. Her gün gazeteyi açıyorum mutlaka tanıdığım
birisinin ölüm ilanını görüyorum. En sevdiğim arkadaşlarım tek tek bu dünyadan
çekip gidiyorlar. - Psikolojinizi iyi hissetmediğiniz zamanlarda ne
yapıyorsunuz? Kendinizi nasıl şarj ediyorsunuz, nerelerde huzur
buluyorsunuz? Çok sıkıntıya girdiğim zaman hemen arabaya biniyorum.
Mezarlığa gidiyorum. Yavaş yavaş mezar taşlarına bakıyorum. Bir bakıyorum ki
yüzlerce tanıdığım insan orada yatıyor. Çok sevdiklerimin başına gidip dualar
okuyorum. Arabaya bindiğim zaman bütün o umutsuzluğumu bütün o dertlerimi
unutuyorum. Size de tavsiye ederim. Herkese tavsiye ederim. Çok sıkıldığınız
zaman lütfen mezarlığa gidip şöyle bir dolaşsınlar. Mezar taşlarına baksınlar.
Hayatın gerçeği o. -Ölülerle konuşuyor musunuz? Evet,
onlarla konuşuyorum. O zaman ne oluyor kurtuluşun tek yolu var, inanç sahibi
olmak… Birileri diyor ki “Yaaa kardeşim ben inançlı değilim”… Değilsen değilsin,
senle mi uğraşacağız yani. O da senin özgürlüğün, olma yani. Ben inançlıyım bana
saygı duy, bende sana saygı duyarım “Niye inançsızsın?” demiyorum. Ama sonunda
geliyorum namazını ben kıldırıyorum yani. Öyle 25-30 defa yalan konuştuğumuz
oldu. -Nasıl yani? İmam soruyor. “Bu kişinin yaşarken
inançlı bir Müslüman olduğuna inanır mısınız” diyor. Evet diyorum mecburen.
Yalan deyip rezalet mi çıkarayım? Bir de benim inancıma göre benim son
dakikadaki şahadetimin Allah tarafından onun affına vesile olacağına
inanıyorum. --Şöhretin bir bedeli var mı ve siz bu bedeli nasıl
ödediniz? Dramatik bir şey oluşmadı. Şöhretin benden götürdüğü hangi
ölçüde özgürlük yaşayacaktım, özgürlüğün adı neydi, neyi yapamadım gibi soruları
da içerisine koyarsak getirdikleri daha fazla. Getirdiği o saygı çok fazla.
Buradan yola çıkalım başlayalım arabayla şu Türkiye’yi gezmeye. Yav orada bizi
gören insanların bizi ağırlamak isteyen insanların milyonlarca insanın
sevgisinden büyük ne vardır? Onun için şöhretin bedeli fazlasıyla alınmıştır.
-Sizin bir deyişiniz var “Ben öldüğüm zaman cenazem bütün evlerden
çıkacak” diye… Öyle oldu, hastalandığım zaman o evlerden okunan
dualarla kurtuldum ben. Yoksa öbür tarafa gitmiştik. Ona inanıyorum, ben inançlı
insanım. Her evde dualar okunuyor. Aramayan sormayan kalmadı beni. Kıyamet
koptu. Allah bana dedi ki “Sen git, biraz daha vazifelerini yap. Sonra
gelirsin”… Allah beni elçi olarak görevlendirdi diye düşünüyorum. Git iyi işler
yap, güzel şeyler söyle, güzel filmler çek, insanlığa faydalı ol” Ben ne
istiyorum ki fazla daha fazla yaşayınca ne olur? Yerçekimi kanunu da
reddetmeyeceğimize göre yani giderek yaşlandığımızın bilincinde olduğumuza göre
ne olacaktı? -Geçmiş olsun, sağlığınız yüzünden bizi çok korkuttunuz.
Şimdi nasılsınız? Benim hastalığımla ilgili hiçbir şey kalmadı.
-Akciğeriniz de bir leke var dedikleri an ne düşündünüz?
Her şeye hazırlı olmak lazım… Göz göre göre doktor soruyor sana
“Kaç yıldır sigara içiyorsun?” diye… Adama diyorsun ki “40 yıldır”… “Ne kadar
içiyorsun?” diyor. “Çok içiyorum” diyorum.. İnanıyorsun ya bir gün öleceğine o
süreci kendin hızlandırıyorsun. Niye hızlandıralım? 69-70 yaşında illa öleceğin
varsayılabilir ama kendine iyi bakarsan sağlıklı ölürsün. Yataklarda
sürünmezsin. Yatalak olmazsın. Yoksa kendine çok iyi baktığın zaman 200 yaşına
kadar yaşayacak halin yok. -Peki, aklınızdan ölüm geçti
mi? Geçer ne olacak yani? Geçse ne olacak? Nasılsa ölmeyecek
miyiz? -Bu hastalık size ne öğretti? Hayata daha fazla sarılıp daha fazla
çevrene güzellik iyilik çevrene faydalı olma duygusunu güçlendirdi. Gitseydim
şimdi bunları konuşamıyor olacaktık bak. Daha iyi şeyler yapabilmek, dünyadaki
kötülüklerin ortadan kalkması için var gücünle mücadele etmek… Bu dünyadan
nasılsa gideceğiz ama giderken çok güzel şeyler yaparak kırıp dökmeden bunlarda
insan olmanın bir gereği zaten. Bir insanda olması gereken şeyler. Adama
diyorlar ki “Ne kadar iyi bir adam. Zaten öyle olmak zorunda… Adama niye
alkışlar tutuyorsunuz ki? Eğer bunu yapmıyorsa kötü adam demektir nedir yani?
Adam çok iyiymiş, öyle olması gerekiyor zaten. -Sağlığınız adına
eskiden yapmadığınız ama şimdi yaptığınız bir şeyler var mı? Var
tabii… Ciklet çiğneyene çok kızardım en fazla ben çiğniyorum. Bak şimdi yine
sigara aklıma geldi. Sigara aklıma gelince ciklet çiğnemem gerek. (Cebindeki
sakızı çıkarıp ağzına atıyor) Günde 1 saat spor yapıyorum. Diyet ve zararsız
şeyler yemeye çalışıyorum. Öyle her istediğim şeyi yememeye çalışıyorum. Yani
işte bu yaştan sonra yaşın da getirdiği gerekli dikkati sürdürmeye çalışıyorum.
-Stresten kaçıyor musunuz? Stresten kaçamazsın. Stresten
kaçmak için ilgi alanını doğaya atman gerekiyor. Kendi küçücük dünyana kapanıp
orada yaşaman gerekiyor. Hayatın içersindeysen toplumsal olaylara duyarlı bir
insansan her gün okuduğun gazeteden, dinlediğin haberden şahit olduğun
karamsarlıktan kurtulman mümkün değil anlatabiliyor muyum? Akşam haberleri
açıyorsun yarısı şiddet yarısı ölüm üzerine kurulu. Şehirde yaşayıp da stresten
kaçış yok. -Allah gecinden versin Kadir İnanır’ın bir vasiyeti var
mı? Yok öyle şey… Ne gibi… -Adınıza belki bir okul
yaptırmak istersiniz? Ya da ne bileyim, hani hep yaparlar ya; mal varlığınızı
Mehmetçik Vakfına falan bırakmak istersiniz? Onları yapacağım zaten.
Mehmetçik Vakfı’nda ne var? Devlet kendisine yapamıyor da bir de vakfına
yapacak. Ben böyle vakıflara makıflara karşıyım. Devletin asri görevi bütün
bunları ortadan kaldırmak... Mehmetçik Vakfı ne oluyor, araba mı alacak
Mehmetçik kendine. Jandarma binasını mı yapacak. O vakıf paralarıyla olmaz.
Şimdi o konulara hiç girmeyelim de durup dururken o insanlarla bir gerginlik
yaşayamayalım. Adam okul aile birliği kurmuş, ne demek okul aile birliği ya?
Devlet eğitimden sorumluysa okulları yapacak talebeleri de adam gibi okutacak.
Devletin görevi bu... Vergisini veren yurttaş lazım bu ülkeye… Önemli olan o.
Yurttaşlık görevini yerine getiriyorsa devletin parası olur. Adam katkıda
bulunmayacak, yurttaşlık görevini yerine getirmeyecek cümlenin özüyle vergisini
vermeyecek ondan sonra da ülkenin yönetimini beğenmeyecek. En fazla konuşanda
onlardır zaten. En fazla eleştiri yapan da onlardır. Hiçbir şeyi beğenmeyende
onlardır. Sor? Yurttaşlık görevini yerine getirdin mi de. Altından cılk çıkar.
Onun için bu ülke kafasını kaldırıp da ekonomisini güçlendiremiyor işte.
- Bugüne kadar 200’e yakın filmde oynadınız, 12 tane dizi filminiz
var. Filmlerinizde kabadayı, mahkum, köylü, kamyon-tır şoförü, ağa, müzisyen,
avukat, iş adamı, kayak hocası, sünger avcısı, politikacı ve nice rollerde sizi
seyrettik. Hiç oynamadığınız aklınız da kalan bir rol var
mı? Filmlerde karakteri seçerken toplumda yaşayan kalabalıkların
temsilcisi olması lazım... Bu saydıkların onlar... Bunun dışında da küçük
gruplar var, giderek bireysel haline gelmiş marjinal tipler var. Onları
reddediyorum zaten. Yaparım, dünyanın en acımasız en kötü adamını da oynarım.
Ama onun bir hasta olduğunu filmde anlatırsınız. Bu zavallı hasta bak ne
kötülükler yapıyor derseniz. Onun dışında çok marjinal tiplerle ilgilenmiyorum.
Ne bileyim adamın hobisi vardır. Kendince yeni haritalar yapıyordur. Bir
laboratuar kurmuştur, harita düzenini değiştiriyordur dünyanın. Bana ne? Yaparsa
kutlarız ama gidip de onun filmini çekip hayatını kalabalıklara anlatmanın
manası yok. Öyle marjinal tipleri seçmiyorum. Hayatın içinde var olan kalabalık
olan gerçek hayatın öğelerini tercih ediyorum. -Şu Kadirizm
felsefesi sizin haricinizde mi çığ gibi büyüdü? Cem Uzan’ın ortaya
attığı bir şey o. ‘Savcı’ dizisini çekerken billbaordlara savcı dizisinin
tanıtım sloganı olarak öyle bir şey yazdı. O da yapıştı kaldı bana. Medya
üzerinde duruyor. Hala medya yazıyor, ben öyle bir şey söylemiyorum. Ne yapalım
şimdi koskoca medya her gün yazıyorsa benim öyle bir gücüm yok ki mahkemeye mi
vereceğim medyayı niye böyle yazıyorsun diye. -Kadirizm dedikleri
şey nedir? Onlar da savunuyor, “Niye Ahmedizm, Mehmetizm demiyoruz
da Kadirizm diyoruz. Onu da sen düşün” diyorlar. - Sizin için
Türkiye’nin en güzel gülen adamı diyorlar öyle misiniz? Öyleydi.
Gülerim de çok olsun gülecek şeyler onun için uğraşıyoruz zaten. Her şey çok
güzel olsun da biz de gülelim ağlamayalım. -Sizi nasıl insanlar
sinirlendirir? Bizim görmediğimiz bilmediğimiz sert bir yanınız var mı?
Var tabii. Bir şeyin içini boşaltmak, bir şeyi göz göre göre
sulandırmak böyle şeyler vardır, kaypak karakterler vardır toplumun içersinde.
Mesela, gözünün önünde adam vururlar ‘ben görmedim’ der, falan gibi. Ciddi bir
şey konuşurken içini boşaltıp espriler yapanlar gibi çok sahte adamlar vardır.
Hayata karşı her şeye makaraya vurma derim. -Dışarıdan bakıldığında
sert ve asabi bir görüntünüz var. Ama içinize girenler sizin sevgi dolu biri
olduğunuzu söylüyorlar. Kendinizi korumak için mi dışarıya karşı böyle bir
kalkan oluşturdunuz? Ben kimseye bir şey yapmıyorum. Gayet ciddi
biçimde duruyorum. Özellikle bir şey yapmıyorum. Karşı tarafa, ‘ya benimle
konuşurken biraz ciddi takıl’ gibi bakıyor olabilirim. Yoksa bu bir tavır değil.
-Kadir İnanır nasıl bir erkektir? Siz de az da olsa maçoluk var
mı? Ben maçonun tarifini tam anlamış değilim. Yani erkek egemen bir
yaşamı savunan bir adamsa maço ki tarifi o, literatüre baktığın zaman ben
kadının olmadığı bir hayatı reddeden bir adamım. Tam tersine, sayısal olarak da
bir erkekten fazla hayatı yönlendiren insanlar olmasını savunan bir adamım.
Kadınsız nefes almayı bile reddeden bir adam nasıl oluyor da erkek egemen bir
toplumu savunuyor? Çelişki var bence onun için ben ısrarla bunu söylememe rağmen
hala orada bir yer ayırmaya çalışıyorlarsa benim yapacak bir şeyim yok yani.
-Çok üzüldünüz diyelim. Hıçkıra hıçkıra ağlar mısınız? Kolay göz
yaşı döker misiniz? Anayasanın birinci maddesi eğer iyi insansan,
hemen ağlamayı becerebilen insan olmalısın. Ses tonun titreyip gönlün
sızlamıyorsa ben insanım falan deme zaten. İyi insan olmaya çalıştığımıza göre,
hayatımızın son hızla hep iyi olmak için harcadığımıza göre demek ki bir de ben
en güzel ağlarım biliyor musun? Ağlamanın da güzeli vardır. Bazen ağlıyor gibi
yapar hü hü hü yapar içi sızlamıyordur sahtekarların var ya… Ha ha hah…
- Sizin oynadığınız sinema filmlerinde “Uleynn” diyerek kadına
attığınız tokatlar pek meşhurdur. Gerçek hayatta hiçbir kadını tokatladınız mı?
Yok, olmadı. -Filmlerde bu görüntünüzün taklit
edilmesine ne diyorsunuz? Her taklit aslını yüceltir. Bu benim
uydurduğum bir laf değil. Bir de biz orada bir karakter var, o karakter de
karısını dövüyor. Açıyorsunuz gazeteyi karısını vurdu diyor, karısını dövmekten
öldürdü diyor bir adam. Bu adamı canlandırıyorsanız o yaptıklarını göstermek
durumundasınız. Bu beğenmediğiniz olguları savunan bir filmse o kötü işte.
Onların yanlış olduğunu ortaya koyan bir filmse alkışı hak ediyorsunuz.
Komedyenler beni taklit edebilir, öyle bir derdim yok benim. Ama düzgün
yapsınlar, doğru yapsınlar, işi cıvıklaştırmasınlar. Çok abartmasınlar. Komik
gördüğün bir şeyler olabilir ama ilaveler yapıp işin cıvığını çıkartma…
-Kadir İnanır’ın bir veliahtı var mı yoksa bu veliaht meselesi
özünde tabiatın kanununa aykırı gelen bir şey mi? Yok ya, saçma bir
şey o. Ben sana bir şey söyleyeyim. Bu televizyon dizilerinin en önemli faydası
çok oyuncu yetiştirdi. Kadın ve erkek en az 10-15 tane birbirinden değerli genç
oyuncular yetişti. Bunların hepsine taktirle karşılıyorum. Bu daha iyi diyemem
çünkü hepsi benim için değerli. Hepsi de bana son derece saygılı çocuklar. Geçen
gün Londra’da Kıvanç Tatlıtuğ’la karşılaştık, bir sarıldı bana “Ağabeyim” diye
çocuğun içi titredi. Kenan İmirzalıoğlu öyle… -Hayatınız boyunca hiç
çocuk sahibi olmayı istediniz mi? Kısmet meselesi. Allah isteseydi
olurdu. Aslında benim beceriksizliğim bu. Bunca yıllık hayatımda bir kadına
güvenemedim. Daha doğrusu çocuk yapabilecek bir kadın bulamadım. Kendimi suçlu
hissediyorum, kimseyi değil. Beceremedim işte. |